Altını çizerek yaşamalı
Şu zamana kadarki kısa hayatımı yaşamaktan çok yazmakla
geçirdim diyebilirim. Çok mu yaşadım ki yazıyordum, hayır. Gene de
yazıyordum. Çünkü hem yaşanmışlıkları
yazıyordum, hem de yaşanmamışlıkları, özlemleri, hayal kırıklıklarını ve
sevinçleri…
İtiraz etmiyorum, katiyen! Benim işim bu. Yahut kendime
edindiğimi düşündüğüm uğraş da diyebiliriz. O yüzden satırlar benim için çok
mühimdi. Ve satırların bir bütün haline geldiği kitaplar…
Okurdum, fakat kıymazdım onlara. Tıpkı türlü türlü defterler
edinmeme rağmen, hiçbirinin üzerine çizik atmaya kıyamadığım gibi. Sayfalarını
çevirirken bile zarar vermekten çekinirdim. Cildinin katlanmamasına dikkat
eder, yıpranmasına asla izin vermezdim. Sanki hiç el değmemiş gibi,
kütüphanedeki yerine geri koyduğumda içim oldukça rahat ederdi. Fakat bir
bakardım ki ben bu kadar özen gösterirken ağabeyim, daha rahat okunuyor bahanesiyle
bütün bölüm başlangıçlarının sayfalarını daha en baştan kıvırmış, kitabı çoktan
mundar etmiş bile. Hatta okurken sigara, çay, kahve, bira, rakı ve bilumum
tüketimde bulunduğu için, bunların karışımını sayfa içlerine bulaştırıp iz
bırakmış, iki sayfanın katlanarak birleştiği çizgiye de tütün parçalarını
hapsetmiş ve kitapta kâğıt kokusundan eser bırakmamış.
Tabi ki bu durum beni çıldırtmaya yeterdi. Kıyameti kopartır, mücadele eder, yine de muvaffak olamazdım. Yanlış anlaşılmasın, düzenli ve tertipli bir adam değilim. Annem hep, “Sadece kâğıtlarını düzeltirsin zaten,” diye sitem ederdi. Haklıdır da, öyle söyleyeyim.
Bir de satır altlarını bol keseden kalın kalın çizmesini,
henüz okumadığım bölümlerdeki ait hissetmediğim ifadelerin başıma kakılması
olarak görürdüm. Yine de o böyle, ben böyle kavga dövüş okumaya devam ederdik. Ta
ki bir kitaba kadar: Dövüş Kulübü.
Daha önce paragraf paragraf, cümle cümle, röportaj röportaj
rastlayıp hayranı olduğum Chuck Palahniuk’un bu yeraltı şaheserine nihayet
başladığımda kafama yumruk yemiş gibi hissettim. Tekrar tekrar okuyup
insanlarla paylaşmak istediğim o kadar cümlesi ve söylemi vardı ki bunları bir
okuyup bir kenara yazmaktan iflahım kesilmişti. Sanki kitap okumuyor, kitap
hakkında tez hazırlıyor gibi bir çalışma içerisindeydim. Kendime ait ve benim
de söylemek istediklerime dair o kadar çok şey bulmuştum ki, şaşkınlığım anlatılacak
gibi değildi.
Sonunda pes edip kitap üzerinden bir cümlenin altını çizdim. Ardından ikinci, üçüncü ve dördüncü ve beşinci…
Altını çizdiğim satırlar paragrafları buluyor, Chuck
Palahniuk sanki bütün anlatmak istediklerimi zaten çoktan yazmış gibi hissediyordum.
Gördüm ki, yine kitaptaki “kusursuz bir bedene sahip olmak” düşüncesinden
hareketle, “Yaraların ve izlerin olmadığı bir hayat için ‘yaşanmış’
denemeyeceği” gibi, dedim ki kendi kendime: “Okumalı, altını üstünü çize çize,
çay kahve döke döke, kenara köşeye notlar yaza yaza, izler ibareler bıraka
bıraka okumalı.” Tıpkı yaşamda olduğu
gibi… Bir hayat yaşandığının belli olması için, yine kitaplardaki gibi,
aldığımız yaralar kadar yaşamış olduğumuz söylenebileceği için, iz bıraka
bıraka okumalı ve yaşamalı…
Sonra anladım ki, ben bu zamana kadar hiç okumamışım. Belki de okuduğumdan bir şey anlamamışım. Sadece göz gezdirmişim, o kadar. Tıpkı hayatı, içine dâhil olmadan yaşayan, kenarda köşede kalmış, sadece olup biteni izlemekle yetinenler gibi… Hayır dedim. Okumalı, yazmalı… Daha da önemlisi yaşamalı… Hem de yara bere bıraka bıraka, altını üstünü çize çize…
Eylül 2016 – Adalar
Gerçek Gazetesi

Yorumlar