Kayıtlar

Kasım, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hala Rıza'nız var mı?

Resim
“Olumsuz şeylerden bahsetmeyelim canım, aman tadımız kaçmasın.” Evet elbette. Sıkıntılı durumlarla uğraşmak, her gün üzüntü ile dolmak kısa ve kalitesiz bir yaşam geçirmenize sebep olabilir, bilimsel olarak kanıtlanmış. Fakat öyle bir vaziyet ki değil kaliteli, yaşamanın bile utanç verdiği anlarla karşılaşıyoruz. Hoş siz yolunuza yine Nur Yerlitaş, nam-ı diğer Nurella gibi saçlarınızla oynarken, “Ne yapayım Allah Allah, şehitler mehitler. Aaa yeter,” diyebilir ve bardağınızdaki içkiden yudumlamaya devam edebilirsiniz. Gerçi sonrasında “Ben öyle demek istememiştim hepiniz kötü ruhlusunuz “ diyerek kendinizi kurtarabilirsiniz. İnanan çıkar mı? Elbette çıkar. “Ne yapayım Allah Allah,” düşüncesiyle aynı coğrafyada yaşadığı dramlara kulaklarını tıkayanların kafasına çala çala hatırlatmak lazım bazı şeyleri. Evinin onarılmayan kırık camından kış vakti zatürre olup ölen 40 günlük bebek hangi ülkede yaşıyor? Atanamayan ve bunalıma girip intihar eden, en kutsal meslek sahibi öğretmenler?

Hırsızın hiç mi suçu yok?

Resim
İnsanlığın bilinç kazandığından beridir en eski mesleklerinden biridir. Bunu bir kötü alışkanlık, cezalandırılması gereken bir suç olarak da nitelendirebilirsiniz. Fakat bazılarınca bu kavram ki buna bir kişi, kurum, düzen veya sistem de diyebilirsiniz meslek haline gelmiştir. Meslek, yani kişinin geçimini sağlamak için kendine yarattığı iş alanı. Bazen geçimi de geçen ve aşırı zenginleşmenin anahtarı haline gelmiştir hırsızlık. Bir ciddi hırsızlık düzeni içinde olduğumuzu rahatlıkla itiraf edebiliriz. Hepimiz bir parçasına haline gelmişiz. Tek fark her birimizin, bir üstündekinin daha fazla zenginleşmesi için çalıştığı gerçeği. Buna emek hırsızlığı da diyebiliriz. İşçinin hakkını vermeyen, sigortasını yapmayan veya güvenliğini sağlamayıp her gün ölmesine sebep olan ama servetine servet katanlar. Buna da hayat hırsızlığı diyebilir miyiz? Belki… Herkes birbirinin içgüdüleşmiş davranışlarını hırsızlıkla suçlar ama kendisine bakmaz. Yolu uzatan taksici, çıkardığı işe iki kat fi

Yazmak bir ömür sürer...

Resim
Ne yazıyorsun? Niçin yazıyorsun?  Bunlar başkalarının yazan kişiye sorular olmakla beraber, yazan kişi de kendisine sorar bu soruları zaman zaman. Çaresiz kalmaların, bir yere varmamaların veya ifade ettiği konuya bir faydasının olamamasının endişeleridir bunlar. Kişi yine de yazmaya devam eder.  "Okumayan bir topluma yazmaya çalışmak, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan zordur." Hep bunu dedim, bunu söyledim. Fazla bir kıymeti olmadığını da biliyorum. Sizin yazma süreciniz bir ömür sürer, okuması veya çöpe atılması bir dakika. Fakat önemli değil. Yazan kişi k endine edindiğini düşündüğü bir görevi yerine getiriyordur çünkü.  Bu düşüncelerle yola çıktım ve yıllardır bir şeyler karalıyorum. Durmadan, usanmadan. Bir yere varma amacıyla da değil. Yazdıkça kendimi rahatlamış, kendimce görevimi yerine getirmiş hissediyorum ifade ettiğim konularda. Geçmişe doğru bir baktım... 10 yıldan fazla geçtiği olmuş kenarda köşede kalmış bazı kayıtların üstünden. Bitmeyen bir

Bekle bizi İstanbul

Resim
G ündem nedir? Gündem insan, insanın ne kadar kaliteli yaşadığı ve hak ettiği koşullarda olduğunda. En azından gündemde tutmamız gereken budur diyebiliriz. Yaşamlarınızdaki sıkıntılardan sıyrılarak vardığınız yerlerde nefes alabiliyor musunuz? Bunu sağlayan veya engel olanlar mı var? Onlara karşı ne kadar kararlı durabiliyorsunuz? Nasıl bir şehirde yaşıyorsunuz örneğin? Mutlu musunuz? Nefes alabildiğinizi hissedebiliyor musunuz? Sabah erken uyandınız ve hemen trafiğe koyuldunuz. Arabanız yok, toplu taşıma kullanıyorsunuz. Karınca sürüsü gibi her yer insan, alt alta üst üste, bir korkunç hengame. Binince oturmayı hayal edip yarışanlar, yer bulunca küçük mutluluklar yaşayanlar, balık istifi halde ayakta durmaya çalışanlar. Amiriniz sizi işe birkaç dakika bile geç kaldığınızda azarlıyor. Anlatamıyorsunuz ki derdinizi, “Ne kadar erken çıkarsam çıkayım fark etmiyor. Öyle yoğun ki metrobüse bir türlü binemiyorum!” Bir de işe gitmek için kıta değiştirdiğiniz veya bir uçtan bir uc

Deniyorum o halde varım

Resim
Alıyorsunuz elinize kalemi, aklınıza geleni çiziktiriyorsunuz. Birkaç paragraf alt alta yazıp da belirli bir mantık çerçevesine oturtup bir metin oluşturuyorsunuz. Burada aslında bir fikri tarihe not düşüyorsunuz. Yaptığınız nedir? Edebi açıdan “deneme” demişler ismine. Deneme kelime anlamı olarak, yazarın kendisine özgürce seçtiği bir konuda, o yargıyı okuyucuya kanıtlama kaygısı duymadan fikrini öne sürmektir. Bu zamana kadar benim yaptığım neydi? Aslında çoğunlukla didaktik bir üslupla düşüncemi aktardım. Okuyanlar katıldılar veya katılmadılar belki de kimse okumadı, ancak ben fikirlerimi ortaya çıkarma cesareti gösterdim diyebilirim. En azından bunu “denedim.” Okullarda öğrendiğimiz, denemenin ustası Montaigne ne demişti? “Herkes önüne bakar, ben içime bakarım; benim işim yalnız kendimledir. Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım, kendimi tadarım… Bir şey öğretmem, sadece anlatırım.” Ben de şimdi yine benim için bir tutku olan “yazma” eyleminin biraz daha f

İzmir'in dağları

Resim
Yoğun geçen bir düğün sürecini atlattıktan sonra bir haftalığına nefeslenmek için yola çıktık. İzmir’de karar kılmıştık. Çeşme’nin, güzel bir tatil beldesi olan Alaçatı’yı seçmiştik. Hava ne sıcaktı ne soğuk. Ege’nin meşhur denizi yine her zamanki gibi serindi sadece. Oldukça keyifli, şehrin gürültüsü, kabalığı ve bunaltıcılığından uzak bir yorgunluk terapisiydi… İnsanlar sakin, stressiz, acelesiz ve birbirine karşı saygılı. Kalabalık, gürültü ve insandan bıkkınlık söz konusu değil. Yazın daha yoğun olacak elbette ama genel yaklaşımı sanıyorum kestirebildiniz. Akşam otele dönerken ağır hareketlerle ilerleyen bir polis aracı görüp eğleniyoruz: “Ah, polis de varmış ki burada!” “Canları çok sıkılıyor olmalı!” Esnafın çoğu kapıya telefon numaralarını yazmış, “Lütfen arayın,” diye not düşmüş ve dükkânı açık bırakıp gitmiş. Kimsenin hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık korkusu da niyeti de yok. Bir tanesi ise tezgâhın üzerine şöyle yazmış: “İhtiyacınız olanı alın, parayı

iyiler neden erken göçer?

Resim
İyi insanların az yaşadığı, erkenden göçtükleri söylenir. Varlıklarını bizden esirgemeyenleri tenzih ederek, genel olarak böyle trajedilerle son dönemde fazlaca karşılaştığımızı söyleyebiliriz. İnsan bazen inanamıyor, zamansız gelen kayıpları kabullenemiyor. Bazen de geçkin yaşta olsa bile ölüm, yine de yakıştıramıyor, konduramıyor insan. Bir Kemal Sunal gibi, Barış Manço gibi… En son Tarık Akan gibi… Ölüm haberini aldığımda Tarık Akan’ın kitabı geldi aklıma. Belki on yıldan fazla zaman önce çocuk aklımla okuduğum ve oldukça etkilendiğim, “Anne kafamda bit var” kitabını tekrar indirdim kütüphaneden. Toplumca çoğunlukla yakışıklı Ferit olarak bilinen ama ötesinde devrimci ve mücadeleci yönü yüzünden nasıl mağdur edildiğini, yalan ve iftira dolu bir haber yüzünden nasıl işkencelerden geçirildiğini dehşetle okumuştum. Hala da az kişi bilir… Tarık Akan 1980 darbesinden sonra Almanya’da yaptığı bir konuşma yüzünden yurda döndüğünde tutuklandı. Çünkü Tercüman gazetesi, Tarık Akan’

Huzurlu bir hüzün

Resim
İki tip insan varlığından söz etmek istiyorum. Mütevazı insan ve diğerleri! Kategorize etmeye kalksak birçok olumlu olumsuz özellikten bahsedebiliriz. Ancak ilk cümledeki gibi bir ayrım, insanın karakteri, davranışları, fikirleri ve hayat görüşü açısından oldukça belirgin ipuçları verir. Çünkü ya mütevazısınızdır ya da değilsinizdir. Buna ihtiyacınız olmamasına rağmen öylesinizdir veya olmadığınız halde mükemmel göstermek istersiniz kendinizi, bu sebepten tam tersi bir ruh halindesinizdir. Yukarıda saydığım kavramlar, radyoda arka arkaya şarkıları çalınca hatırıma geliyor Kazım Koyuncu ve Barış Akarsu’nun… İyiler erken ölürmüş ya, en iyiler de en erken mi gidiyor dersiniz? Tertemiz niyetleriyle hayatımıza girip iyi insan olmayı öğütlemiş birer değer olarak görüyorum ikisini de… Yaşadıkları ve ürettikleri ile mücadeleyi, adaleti, hümanizmi anlatan hatta ölüme giderken bile mütevazılığı elden bırakmayan Kazım Koyuncu… Ve yakaladığı başarı ile bir anda yükselen, tebessümünden s

Hevesli bir nefes

Resim
Heves önemli, heves mühim, heves her şey... Heves, bir nefes kadar olmazsa olmaz. Yaşayamazsın heves bulunmadan ciğerinde, yüreğinde… Bir kez kaçmaya gör sen. Ruhtan farksız değil, bildiğin ruhu içinden tamamen emilmiş bir et yığınına dönersin. Ondan sonra ne kadar nefes alırsan al, kar etmez. O beden artık kaldıramayacağın kadar büyük bir ağırlıktır. Doğru dürüst hareket bile edemeyen, adımlarını sürdüremeyen, devamını getiremeyen, yalpalayıp düşen… Tükendiğin noktadır. Ne yapsan, ne etsen iflah olmazsın. Karalayıp duruyordum ben de, hevesle. Bir hastane içinde, hastaların arasında şifa, tabipten bir deva peşinde… Karalayıp karalayıp durdum. Sonra bir anlık durma ihtiyacı hissettim. Hayır, mütemadiyen kasılma ve sallanma eylemlerinde bulunan elim ve bileğimin ağrımaya başlamasından değil. Hevesim kaçmıştı belli ki. Bir nefes alsam dedim, ciğerimi değil, beynimi doldurarak. Yetmedi. Kalktım, kalem kâğıdı boynu büyük bıraktım. Dolandım durdum. Hastane içinde, hastaların arası

Fareler ve insancıklar

Resim
İnsanoğlunun, bir labirentin içine konulmuş farelerden farkı nedir? Bir yaratık ki dönüp dolaşıp aynı yere tıkıldığımız, arada bir havalandırmaya çıkarır gibi tatil izni verilen ve sonra yine aynı labirente, ‘kendi isteğiyle’ aynı peynirin peşinden koşmaya sürüklenen… Yükselmek ve ileri gitmenin tek ülkü haline getirildiği anlamsız dizelerle başladığımız hayatın son raddesine kadar bir hengame, bir debdebe içerisinde geçen sözde mutlu olma yolundaki bomboş otoban. Özünde hepimiz birilerinin daha fazla kazanması için çalışıyoruz. Evimize ekmek getirme, ailemizi geçindirme, büyük adam olma fikirleri güzel fakat bu ihtiraslar her birimizi kandırmak için önümüze ayrı ayrı konulmuş birer peynirden ibaret artık. Birbirimizi çiğ çiğ yemek üzereyiz. Aslında okullarda altımızdakini ezmek, üstümüzdekine yaltaklanmakla yükselebileceğimizi anlatmışlar satırlarca da biz anlamamışız. Şaşırtıcı değil. Çünkü nasıl ki uygarlık tarihi insanlığın topluluklar haline gelerek birbirini kı

Debelenmek...

Resim
Aylık çıkan bir yanında ülke gündemi hakkında değerlendirme yapmak pek pratik değil. Siz sözü edene kadar konu ya unutulmuş olur, ya üstüne daha başka birçok olay yaşanmıştır. Üstelik ülkemiz gibi gündemi sürekli değişen ve her gün bir başka skandal yaşanan “unutkan” bir coğrafyada, yazıya şöyle bir bakılıp, “Canım bu olay da bayatladı artık” denmesi oldukça muhtemel. Ancak madem burada bir köşe ayrılmış, haykırmak, itiraz etmek, gündeme getirmek boynumuzun borcudur, diğer türlüsüne söz israfından öte bir tabir bulamıyorum. Zira güzelleme yapacak, çiçek böcekten bahsedecek bir ortamda yaşamıyoruz. Türkiye’nin en tepeden baktığımızdan temel problemi eğitimdir. Eğitimden kasıt ise ezberci bir öğretime dayalı tahsil değil! Kafayı eğitmek, bilinçlenmek, modernleşmektir esas olan, akılla, bilimle. O zaman insan adil olmayı da, hoşgörülü olmayı da, farkında ve doğrunun peşinden koşmayı da kendi kendisine sağlayacaktır. Günden güne gerileyen bu unsur dolayısıyla giderek daha yaşa

Çürük tohum çimlenir mi?

Resim
Hayatımızın büyük bölümü etrafımızdaki insanları değerlendirmek, onlar hakkında yorum yapmakla geçer. Çünkü işte güçte, evde sokakta, onlar ile iletişimde olur, belirli bir fikir ediniriz. Kaçınılmaz olarak yorumlarız onları. İyi veya yaramaz insan diye neye göre belirleriz? Elbet herkesin iyi ve kötü yanı vardır diyeceğim klişeye kaçmamaya çalışarak. Yine insanların bize iyi veya yaramaz gelmeleri de bizim algımızla, anlaşmamızla ve bize olumlu gelip gelmemeleri ile alakalı. Peki iyi veya kötü olduğumuzu bir kenara bırakırsanız, hayatınızdan ne kadar memnunsunuz? İyi bir işiniz, güzel bir aileniz, geniş bir çevreniz ve yaşamın tadını çıkaran sosyal alışkanlıklarınız var mı? Bunlar tamamsa, geriye ne kalır hayatınızı ve hayatınızı yaşadığınız alanı anlamlı kılan? Dünya çapında yapılan araştırmalarda elde edilen verilerle ortaya konan, İnsani Gelişme Endeksi sonuçları zaman zaman birkaç satırla haber olur. Ülkemizin ve insanının yine çoğunlukla mutsuz veya hayatından yete