Hevesli bir nefes
Heves
önemli, heves mühim, heves her şey... Heves, bir nefes kadar olmazsa olmaz.
Yaşayamazsın heves bulunmadan ciğerinde, yüreğinde… Bir kez kaçmaya gör sen.
Ruhtan farksız değil, bildiğin ruhu içinden tamamen emilmiş bir et yığınına
dönersin. Ondan sonra ne kadar nefes alırsan al, kar etmez. O beden artık kaldıramayacağın
kadar büyük bir ağırlıktır. Doğru dürüst hareket bile edemeyen, adımlarını
sürdüremeyen, devamını getiremeyen, yalpalayıp düşen… Tükendiğin noktadır. Ne
yapsan, ne etsen iflah olmazsın.
Karalayıp
duruyordum ben de, hevesle. Bir hastane içinde, hastaların arasında şifa, tabipten
bir deva peşinde… Karalayıp karalayıp durdum. Sonra bir anlık durma ihtiyacı
hissettim. Hayır, mütemadiyen kasılma ve sallanma eylemlerinde bulunan elim ve bileğimin
ağrımaya başlamasından değil. Hevesim kaçmıştı belli ki.
Bir
nefes alsam dedim, ciğerimi değil, beynimi doldurarak. Yetmedi. Kalktım, kalem kâğıdı
boynu büyük bıraktım. Dolandım durdum. Hastane içinde, hastaların arasında
şifa, tabipten bir deva peşinde… Sanki rahatlamıştım. Rahatlamış fakat
yorulmuştum. Bir nefes alsam dedim, beynim değil ama bu sefer, ciğerim. Geldim,
boynu bükük beklemesini umduğum kalem kâğıdın başına gittim. Yoklardı. Evet
yok. Nefesim kesildi bir an. Aradım durdum, evladını kaybetmiş bir ebeveyn
edasıyla. Hastane içinde, hastaların arasında şifa, tabipten deva peşinde…
Bulamadım.
Nereye baksam bulamadım. Çıldıracak gibiydim. Onlarsız ben bir hiçtim. Ruhtan
farksız değil, bildiğin ruhu içinden tamamen emilmiş bir et yığınına dönmüştüm.
Bundan sonra ne kadar nefes alırsam alayım, kar etmez. Bu beden artık kaldıramayacağım kadar büyük
bir ağırlıktı bana. Kanının alıştığı bir ilaca mahkûm, yeni dozunun zamanı
gelmiş bir bağımlıdan farksızdım. Aklımı yitirmek üzereydim.
“Alın,”
dedim. “Alın o zaman aklımı.
Artık
düşünmek de düşünceli olmak da fazla.
Bilmeden,
görmeden, duymadan, üç maymunu oynayayım,
Üç
vakte kadar gitmeden önce…
Ha
gasilhaneye, ha tımarhaneye.
Hem
boşuna ‘düşünen dam’ heykeli dikmemişler ya
‘Akıl’ hastanesinin önüne…”
Düştüğüm
müşkül durumu fark etmiş olacak ki yanaştı. Kim, bilmiyorum. Önemi de yok. Bana
deva olacak mı, önemli olan o. Tahmin etti. “Ben onu hastalardan birine ait
sandım,” dedi. “Evet,” dedim… “Ben de hastayım, o bana ait. Tüm karaladıklarım
hastalığımdan ibaret zaten. Daha doğrusu hastalığımın ortaya çıkardığı
hastalıklı şeyler. Veya… Hastalığımı bitirecek olan devalarım.”
“Ne
yaptın onlara?” dedim korkuyla.
“Burada
işte,” dedi çıkardı. Tutuşturdu elime. Kalemin bıraktığı izler, birer şeref
madalyası gibi parlıyordu kâğıdın üzerinde. Kalem mağrur, ileriye bakıyordu.
Yazının gelecek devamına… Deva’m olduğunu bilmeden, artık devam edebileceğimi anlayarak…
Biliyordum
çünkü. Bilmek üzerdi insanı. Bilmek kırardı. Hem boşuna dememiş miydi “Cehalet
mutluluktur,” diye? Fakat ben biliyordum.
Ve bilen adam bildikçe daha fazlasını bilmeye heves ederdi. Bildikçe de
üzülmeye, üzüldükçe de yazmaya… Birbirini devam ettiren bir kısırdöngü gibi
insanı hasta eden ve aynı zamanda iyileştiren…
Nihayetinde derin bir nefes
alabildim. Heves’le oturdum ve deva’m ettim. Hastaların arasında şifa, tabipten
bir deva peşinde…
Yorumlar