İzmir'in dağları
Yoğun geçen bir düğün sürecini atlattıktan sonra bir
haftalığına nefeslenmek için yola çıktık. İzmir’de karar kılmıştık. Çeşme’nin,
güzel bir tatil beldesi olan Alaçatı’yı seçmiştik. Hava ne sıcaktı ne soğuk.
Ege’nin meşhur denizi yine her zamanki gibi serindi sadece. Oldukça keyifli,
şehrin gürültüsü, kabalığı ve bunaltıcılığından uzak bir yorgunluk terapisiydi…
İnsanlar sakin, stressiz, acelesiz ve birbirine karşı
saygılı. Kalabalık, gürültü ve insandan bıkkınlık söz konusu değil. Yazın daha
yoğun olacak elbette ama genel yaklaşımı sanıyorum kestirebildiniz. Akşam otele
dönerken ağır hareketlerle ilerleyen bir polis aracı görüp eğleniyoruz:
“Ah, polis de varmış ki burada!”
“Canları çok sıkılıyor olmalı!”
“Canları çok sıkılıyor olmalı!”
Esnafın çoğu kapıya telefon numaralarını yazmış, “Lütfen
arayın,” diye not düşmüş ve dükkânı açık bırakıp gitmiş. Kimsenin hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtekârlık korkusu da niyeti de yok. Bir tanesi ise tezgâhın
üzerine şöyle yazmış:
“İhtiyacınız olanı alın, parayı kutuya atın…”
Eşim şöyle yorumluyor:
“Burada adamlar dükkânı teslim etmişler, İstanbul’da manav bile
neredeyse güvenlik görevlisi dikecek yeşilliklerin önüne…”
Neyse, aslında amacım bilindik güzellemelerden yapmak, “tam
yaşanılacak yer” klişesine bulaşmak değil.
Bir yurt kurtarıcısının evlatlarıyız hepimiz, bir süredir daha
yüksek bir sesle “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” diyerek andığımız. Ancak konjonktür
gereği son dönemde nereye yaranacağını bilenlerce hakarete uğramakta. Ne yazık
ki soytarılıktan farksız hareketlerle birilerine şirin gözükmeye çalışanların
sayısı da oldukça fazla. Yaptıkları işin kalitesizliği ve seviyesizliği
ortadayken çok muhatap alınmaya bile değmezler ancak bir şekilde, hiç hak
etmediklerine rağmen kamuoyu önüne çıkmış ya bunlar, bir iki çift laf etmek
zorunda hissediyor insan.
Peki ne diyor, nerede olsa, işittiğimiz anda tüylerimizi
diken diken eden o marşta?
“…İzmir’in dağlarında oturdum kaldım
Şehit olanları deftere yazdım
Öksüz yavruları bağrıma bastım
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun canım vatana…”
Şehit olanları deftere yazdım
Öksüz yavruları bağrıma bastım
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun canım vatana…”
Hadi bugün bir bahaneyle Mustafa Kemal’in değerini düşürmeye
çalışan furyaya katıldınız ve çeşitli mecralardan sevmediğinizi,
sahiplenmediğinizi ifade ediyorsunuz. Peki, Kurtuluş Savaşı destanına atıfta
bulunan bu marşa bile hakaret etmeye hangi mantıkla cüret edebiliyorlar
dersiniz? Biz eminiz ki böylesi bir zevat o gün yaşamış olsaydı kendi
paçalarını kurtarmak için satılmışların tarafında ilk sırada yer alırlardı.
Zenginliği uğruna yalandığını çok açık net gördüğümüz bu karaktersizlik
abideleri kesinlikle taraf değiştiren, sırttan vuran, utanç ve zül
kaynaklarıdır, başkası değil. Zira marşın son satırlarında ne söylüyordu?
“Allah’ından utansın dönenler geri!”
Uzun zamandır çeşitli bahanelerle ve sırf Cumhuriyet
sancağının en üstlerde yer almasından dolayı saldırıya uğrayan İzmir’i
anlatmakla biter mi? Vatan işgale uğradığında İzmir’e çıkarma yapan işgalcilere
Kordonboyu’nda ilk kurşunu sıkarak ulusal direnişin başlamasındaki mihenk
taşlarından olan ve oracıkta şehit edilen,
gazeteci Hasan Tahsin’lerin memleketi desek yeterli mi?
Ben daha başka bir örnek vereyim. Seyahatimiz sırasında
İzmir’in Germiyan köyüne gittik. Germiyan köyü Türkiye’nin ilk “slow food”
(yavaş gıda) ünvanlı yeri. Slow food, 1989 yılında İtalya’da başlatılan, fast
food ve hızlı yaşama karşı yerel, geleneksel ve tamamen doğal, katıksız ve
içinde hiçbir ilaç vb. madde bulunmayan gıdaların korunmasına ve
yaygınlaştırılmasına çalışan kar amacı gütmeyen bir hareket. Germiyan köyünde
de ekmekler doğal ekşi mayadan yapılıyor. Sebzeler tümüyle köyün tarlasından alınıyor
ve mevsimi olmayan ürünler kesinlikle kullanılmıyor. Bu özellikleriyle adını
dünya çapında da duyurmaya başlayan Germiyan, Türkiye’nin önemli bir markası
olmaya aday. Bununla birlikte köyü gezerken bir tezgâh özellikle dikkatinizi
çekiyor.
Yüz yaşı aşmış, üzerinde yerel motiflerin olduğu bir kapı
görüyorsunuz. İçeri girdiğinizde yaşlıca bir köylü ile karşılaşıyorsunuz ve
kendisi alışveriş yapın ve yapmayın sizi direk içeri davet ediyor. Amacı
dışarıdan gelen birine köyü tanıtmak ve kendisi için çok özel olduğunu ifade
ettiği bir tarih koleksiyonunu göstermek. Müzeye benzettiği ve her birinin
üzerine ne olduğunu, hangi tarihlere ait olduğunu yazdığı eserler… 150-200
yıllık tarihi bakırlar, savaş zamanından kalan sandıklar, kantarlar, örtüler, Osmanlı’nın
ve Cumhuriyet’in ilk basılan sikkeleri… Hafızasına, bir rehber gibi anlatışına
ve tarihe olan sevdasını dillendirmesine hayran kaldığınız bu kişi hiçbir şekilde
kar amacı gütmeden yapıyor bunları ve geçimini ancak domates ekerek, köyün
ürünü olan reçel, bal ve köy yumurtası satarak karşılıyor.
Gerisi onun için
tamamen doğal yaşamak ve doğal olanı korumak. İşte biz bu vatanı böylesi
insanların karakterleriyle kazandık… İstanbul’un hırslı, birbirini ezip
geçmeye, hep ön planda olmaya, daha çok ve daha çok kazanmaya and içmiş, hemen
herkesin birbirine alıcı ve satıcı gözüyle baktığı kesimiyle karşılaştırabilir
misiniz?
Şimdi, bu güzel insanlar ve yerlerle aynı yere koymaktan
bile zül duyduğum sizler ise adına sanat diyemeyeceğimiz şaklabanlıklarla elde
ettiğiniz ve uğruna tüm karakterinizi satabileceğiniz zenginliğinizle, bu
haysiyetin zerresini bile kazanabilir misiniz? Tartışma bile götürmez. Ancak
yine biliyoruz ki gün gelir, devir değişir ve bunlar, bugünkü yaranmaları
uğruna sırt çevirdikleri tarihi de, kişilikleri de bir anda geri kazanmaya
çalışacak kadar hayasızlaşırlar… Kimin ne olduğu elbet bilinir ancak yine de
gerçek olanın sesi elbet bir yerden yükselir ve siz olduğunuz yine titreyerek
dikilirsiniz:
“Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa!”
Adın yazılacak mücevher taşa!”
Yorumlar