Çalınan sizin hikâyenizdir!

Genel bir değerlendirme yapmak gerek. Çünkü eleştirdiğimiz, şikâyet ettiğimiz, dert yandığımız hemen her konu temelde aynı sorunda düğümleniyor. Adaletsizlik ve adalet kavramını bir türlü içimize tam sindiremeyişimiz, günlük yaşantımıza dâhil edemeyişimiz. Hangi alanda veya pozisyonda olursa olsun gücü elinde tutanların, işine geldiği gibi, o anki çıkarına göre davranmaları, geride kalanları umursamamaları. Geri kalmışlığımızın gerçek sebebi işte bu ilkel düşünce tarzı.
Bir ülke düşünün, 80 milyon insanın tümü tek bir insanın isteği, arzusu, geleceği, bekası için hareket ediyor, yönlendiriliyor ve zorlanıyor. “Ben ne istersem, nasıl istersem, ne zaman istersem.” Peki, hiç sizin ne istediğiniz, nasıl istediğiniz herhangi bir yolla veya eylemle samimiyetle soruldu mu, bir düşünün… Birkaç alandan örnekle büyük resmi görmeye çalışalım:
Ataması yapılmayan onbinlerce öğretmenden biri olan 25 yaşındaki Merve Çavdar bunalıma girip intihar etti. Ancak diğer taraftan malum torpil olayları hızla devam ediyor. Bilecik’te bir kişilik öğretim görevlisi kadrosuna başvuran 12 kişi içinden, gerekli sınav puanı açısından son sırada yer alan kişi göreve alındı. Sonra öğreniliyor ki kazanan kişi şehrin Belediye Başkanı’nın kızı ve her nasılsa mülakat sınavında tüm rakiplerini açık farkla geride bırakmayı başarmış! Babası hayırlı olsun gidiyor ve birbirlerine sarılarak poz veriyorlar. Fotoğrafın altına bir not iliştiriyor: “Canım kızım, ilk göz ağrıma hayırlı olsun ziyaretinde bulundum. Hep birlikte daha iyiye daha güzele…” Birkaç gün sonra öğreniyoruz ki beyefendi görevinden istifa etmiş, fakat skandalın ortaya çıkmasıyla yaşadığı utançtan değil, milletvekili adayı olmak için! “Hep birlikte daha iyiye daha güzele dememiş miydi?” Eh ne derler, öyle başa böyle tarak! Çalınan kimin hakkı dersiniz? 
Yıllardır söylemlerine, skandallarına rağmen şöhretinden bir parça olsun kaybetmeyen zevattan biri çıkmış, oturduğu “koca” villaya doğalgaz olmadığı için 2 aylık çocuğunun üşüdüğünü, (ki o da yalan çıktı ya) bir telefonla bağlatabildiğini caka satarak anlatırken, çocuklarını saç kurutma makinesiyle ısıtamadığı için yan odaya geçip kendini asan kadını hatırlar mısınız? Çalınan kimin hayatı dersiniz?
Asgari ücret açlık sınırının altında, ülkenin atanan öğretmeni bile yoksulluk sınırında yaşıyor, işsizlik almış başını gitmiş gerçek rakamlara göre 6 milyon kişi işsiz ve bir aylık iş için bile binlerce kişi sırada bekliyor. Ağır koşullarda ve güvenliksiz çalışan işçiler her gün iş cinayetlerinde can verirken ve önlem almayanlar her seferinde aklanıyor. 16 yılda 22 binin üzerinde emekçi iş cinayetlerinde can verdi. Toplu katliam değil de nedir? Tam 22 bin! Hesap yapalım mı? Bu yılın ilk üç ayında ölen işçi sayısıise  386! Yani her gün neredeyse 5 işçi can veriyor! Böyle bir ortamda grev olmamasının verilen OHAL kararı sayesinde diye açıklanmasına, iş adamları bize teşekkür etmeli diye övünülmesine ne dersiniz? Çalınan kimin emeği dersiniz?
16 yıldır tek bir fabrika bile açılmazken devletin köklü kuruluşları zarar ediyor bahanesiyle dönemin deyimiyle “Babalar gibi satıldı!” En son şeker fabrikaları birer birer yok pahasına elden çıkarılırken halka nişasta bazlı şeker, mısır şurubu, genetiği değiştirilmiş sağlıksız ürünler dayatılıyor. Çiftçinin mahsulüne hakkını vermiyor, onu tarımdan vazgeçirip büyükşehirdeki keşmekeş hayata mecbur bırakıyoruz. Bir zamanlar kendi kendine yeten bir ülke iken şimdi samanından buğdayına kadar ithal ediyoruz. Yerli hayvancılığı bitirdik, dışarıdan angusundan, buffallosuna, hastalıklısından hormonlusuna her türlü hayvanı “ucuz et” diye milletin midesine indiriyoruz. Bizim ucuz sanarak tükettiğimiz bonfilenin, kıymanın fiyatı tarımı hayvancılığı olmayan ülkelerde yarı fiyatına, çeyrek fiyatına. Benzini, mazotu saymayacağım zaten biliyorsunuz ama sebzenin, meyvenin, bakliyatın, sütün, peynirin fiyatı her gün zamlanmaya devam ediyor.
Üretmeyen bir ülke olduğumuz için girdimiz yok, çıktımız çok. Faiz lobisiymiş… Türkiye’nin dış borcu 2002 yılında 129 milyar dolarken şimdi 480 milyar dolar. Dolar 1.50’lerde iken şimdi 4 liranın altına düşmüyor. Böyle bir ülkenin ürünü de parası da değerli olur mu sizce? Dolar, Euro tarihi rekorları kırarken ve bütün piyasa ithal ürünlerin egemenliği altında eşzamanlı artarken kısıtlı maaşla kim nasıl geçinebilir, neye yettirebilir? Sadece stokçular kazanırken çalınan kimin lokması dersiniz?
Adana’da simit satarak geçinmeye çalışan Ş.Y., Seyhan’da köprünün korkuluklarına çıkıp cebinde kalan son iki adet 25 kuruşu fırlatarak şöyle haykırıyor: “Bugün 13 yaşındaki kızımın doğum günü, bırakın ona hediye almayı cebimde ekmek alacak para yok. Ben hiçbir şey istemiyorum. Bir işim olsun, evime peynir, zeytin alayım yeter.”

Ekonomik uçurum, gelir dağılımı adaletsizliği her geçen gün artarken sıkıntı sizce nerede? Siyah beyaz bir fotoğrafta “Enerji ve Maden İşçileri’nin açtığı 1 Mayıs pankartında cevap var aslında. “Sahip olduğunuz servet, bizden çaldıklarınızdadır.”
Bütün bu gerçekler içinde yüzerken şimdi seçim arifesinde ekonominin sallantıda olduğunu itiraf eder gibi ama sanki büyük bir iyilik yapılıyormuş havalarında vatandaşın ağzına bir parmak bal çalınmak isteniyor. Namusuyla çalışan, vergisini borcunu zamanında ödeyen, ağır kredi koşullarıyla on yıllarca verdiği emekle iyi kötü bir ev sahibi olan vatandaşla alay etmekten başka nedir? İkramiye vaadi için başkasına parayı nereden bulacaksın, kaynağı göster ben de size oy vereceğim diyenler yandaş firmaların milyarlarca dolarlık vergi borçlarını tek kalemde nasıl silebildiler?
13 milyon konut için af çıkarılıyor. Tam 13 milyon! Boş bulduğu araziye çöken, orman arazisini yağmalayan, kentleri mahveden, yaşanmaz hale getirenler şimdi arsalarını müteahhite satıp bir anda 4-5 daire birden sahibi olmanın hedefinde. Peki yıllarca çalışmasının karşılığıyla ağır kredi koşullarıyla iyi kötü ev sahibi olanlar ne olacak?  Turistik bölgelerde ormanlar kundaklanırken yerlerine hemen beton dökülmesi daha önceden planlandığını, projelendirildiğini ispatlarken çalınan kimin yaşamı dersiniz?
Dünyada ilk 500 üniversite arasında yer alan İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere sırayla bilim yuvalarımız bölünmek isteniyor. İstanbul Üniversitesi son 10 yılda ülkemizin en fazla uluslararası bilimsel yayın üreten üniversitesi. Bunun, ülkece gurur duyabileceğimiz bu sayılı kurumların da dünya nezdinde saygınlığını bitireceğinin farkında mısınız? Bilim üretmemiz, çağdaş insan yetiştirmemiz gerekirken biz köklü üniversiteleri bölmekten bahsediyoruz. Çalınan kimin geleceği?
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr. İlyas Doğan şöyle isyan ediyor: “Hayatında bir kitap bile okumayan insanın üniversite konusunda fikri ne olabilir?”
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Hilmi Apak ise şöyle açıklıyor:
“Biz kendimizi kurtaralım bizden sonra gelenler ne yapsın diye değil. Yapmak zordur, yıkmak kolaydır. Bir karar verirsiniz, güç sizdedir, yıkarsınız. Bizden sonra gelenler ne olacak? Burada çok büyük bir birikim var. Burada hiçbir öğrenci karaciğerin yerini öğrenmeden mezun olmaz. Burada hiçbir tıp öğrencisi bir damara girmeden mezun olmaz. Burada hiçbir öğrenci hastayla bir olmadan, hastanın elini tutmadan mezun olmaz. Burası Cerrahpaşa. Burada amacımız kaliteyse bunu hep birlikte oluşturuyoruz.”
Türkiye’nin son yıllarını anlatan kısa bir hikaye;

Hırsızın biri başıboş gördüğü bisikleti çalıyor ve camiye gidiyor. Elini yüzünü yıkarken bir bakıyor ki girişe koyduğu bisikletini bir başkası çalmış. Hemen karakola gidip şikayetçi oluyor ve “Ülkede namuslu insan kalmamış,” diye söyleniyor. Derken anlaşılıyor ki tarif ettiği bisiklet için daha önce hırsızlık ihbarı yapılmış. Şimdi hakkında işlem yapılan gerçek hırsız şimdi ceza alacak mı, fail kendisi olmasına rağmen yavuz hırsız olup mal sahibini mi bastıracak, söylediği namus kalmadı sözüne inanlar mı olacak, yoksa camiye gittiği için hafifletici sebep uygulanacak veya direkt salıverilecek mi dersiniz? Kararı halk verecek sevgili dostlar.

Yorumlar

Çok okunan

Adaleti düdüklemek!

Mirasın üzerinde tepinmek!

Hak Etmedik!