Hayalleri çal(dır)mak!


Geçtiğimiz hafta, “Artık yazacak ne kaldı ki? Hiçbir işe yaramadığına göre anlamı da yok,” diye düşündüm. Kime ne anlatıyoruz ki!? Özetle yaşadığımız hayatların, maruz kaldığımız ortamın, etrafımızdaki insanların yetersiz, hedefsiz, iyi niyet yoksunu oluşu ve daha iyisini hak ettiğimiz… Günümüz; ekonomik anlamda ağzımıza bir parmak bal çalan, zorlukla geçinip fazla bir beklenti bırakmayan, kimin kimin adamı olduğu ile işleyen adalet mekanizması, hak yiyenlerin her daim kazandığı bir hal içinde...
Sonra düşündüm ki esas şimdi yazacak o kadar mesele var ki! Daha iyisini, daha adilini, daha insancılını elbette hak ediyoruz. Ancak hayattan beklentimiz o kadar düşürülmüş ki. Ay sonunu getirebilelim, bir arabamız, belki bir de evimiz olursa değmeyin keyfimize havasındayız. Hayır dostlar, hayat bu değil. Hayat, bir meslek peşinde bütün ömrü tüketip emekli yaşlarda -o da gelebilirseniz artık- her şeyden elini eteğini çekmek değil. Hayat sürekli görmek, sürekli öğrenmek, gelişmek, yetiştirmektir. Peki bize vaat edilen nedir dersiniz?
Biliyorsunuz, ülkemizde düzenli olarak, her yıl değişen sistemle üniversite sınavları düzenleniyor. Çoğunluğun hayat memat meselesi olarak gördüğü ve ailelerin tek umutlarının bu olduğu, kimisinin de son derece umutsuz olduğu bir yıpratıcı süreç. Bu seneki adaylardan birkaçı özellikle dikkat çekti. Bir tanesi sınav çıkışı intihara teşebbüs etmesiyle, bir tanesi ise "Sınav zor muydu?" sorusuna verdiği cevaplarla:
"Çalışana kolay. Ben yapamadım. Pek akıllı değilim. Sonuç başarısız."
"Peki ne istiyordun?"
"Bilmiyorum..."
Sınava ikinci kez girdiğini anlatan bir diğer aday ise şunu söyledi:  "Amacım falan yok. O yüzden heyecanlı değilim. Çünkü okusam aylık 3-3,5 bin lira maaş alacağım, bunun için bu kadar kasmaya gerek yok kafasındayım. Kapasitem belli. Kendimi biliyorum. İnsanları anlamıyorum. Yok işletme okuyacağım; yok yapamazsam hayatım biter. İnsanlar o kadar bunalmış ki hayalleri yok."
İşte mesele burada. Biz insanımıza ne istediğini, neye yatkın olduğunu, hayatı dahi ne için yaşadığını düşündüremiyoruz. Çünkü hayallerini çalmış, hevesini kırmış, üç kuruşa eyvallah, geri kalandan sen ne anlarsın zaten diyebilecek bir konuma getirmişiz. Hayal yok, hedef yok, cesaret dahi yok. Günümüz dünyasında ise geride kalmanın, yerinde saymanın gerçek sebebi budur diyebiliriz.
Hayattaki her başarı hayal etmekle başlarken biz ne yapıyoruz? Devlet tiyatrolarını kapatıyoruz, sanatı engelliyoruz, basını sansürlüyoruz, farklı düşünceyi susturuyoruz, icat çıkarma, sana mı kaldı diyoruz, hevesleri kırıyoruz, kapasitemizi kısıtlıyoruz.
Artık neye itiraz edelim, neye isyan edelim veya umudumuzu yitirip yalnızca durup oturalım mı? İnsan neyi görmeli, hayata nasıl bakmalı? Şahsen etrafa baktığımda maalesef yalnızca mutlak dehşet görüyorum. Tecavüze uğrayan çocuklar, canlı canlı yakılan aydınlar, sokak ortasında gözünü kırpmadan birbirini öldüren gözü dönmüşler, hapisten bile ölüm çığlıkları atanlar, yükselmek için birilerinin sırtına basanlar, ilk fırsatta birbirini dolandıranlar, her alanda adam kayıranlar, çıkarına göre ağız değiştirenler, hırsızlar, adiler, caniler, sapıklar, haksızlıklar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler...
Bitmek bilmeyen kadın ve çocuk istismarları, hayvana, insana işkenceler. Neden bizde böylesine yaygın? Genel bir çıldırmanın eşiğinde miyiz? Yok, o da değil. Çünkü en başta kundaktan ayrılıyoruz insanı, fikri, cinsiyeti… Birçok konuyu olduğu gibi birbirini de, karşı cinsi de tabu haline getiriyoruz, yabancılaştırıyoruz. Kendisinin zıddını görmesini, tanımasını, öğrenmesini, anlayışla karşılaşmasına engel oluyoruz. Sonra bir şekilde karşılaşınca travma geçirtmiş oluyoruz. Ona karşı sapkınlaşmış, açlaşmış, vahşileşmiş hale geliyor. Bir çocuğa tecavüz edip öldürmeyi salt şerefsizlikle açıklayabilir miyiz? Bence hayır. Nasıl yetişmiş, ne öğretilmiş, ne anlatılmış, bir kadınla düzeyli bir sohbeti, bir iletişimi, herhangi bir arkadaşı veya ilişkisi olmuş mu? Olsaydı eminim farklı olurdu.

Şimdilerde okuduğum Ahmet Ümit’in son romanı “Kırlangıç Çığlığı” kitabından alıntılayayım:
“…Kimileri küçükken tecavüze uğradığı için büyüyünce o sapıklığı kendisi de yapıyor. Bu taciz olayı öyle berbat bir iş ki, sadece kurbanı değil yakınlarının da hayatını altüst ediyor. Evet, tacize uğrayan şahıs bu travmadan kurtulmak için başkasına acı çektirmeyi seçebiliyor. Adamın zaten içinde de varsa bu iş onu rahatlatıyor…”
“Sapık da olsa, çocuk tacizcisi de olsa karşımızda bir insan var. Sizin gibi, bizim gibi onun da bir ruhu var. Belki onlar da pişmanlık duyuyorlardır. Bu işin nedenini anlamak lazım. Nedenini anlamadan, onları nasıl engelleyebiliriz ki?”
“Eğer olaya böyle yaklaşmazsak, sorunun kaynağına da inemeyiz. Nasıl ki tek tek katilleri yakalayarak cinayetleri önleyemezsek, çocuk tacizcilerini öldürerek de bu işi çözemeyiz. Mutlu bir insan değildi. Belli ki başka bir hayatın hayalini kuruyordu. Tertemiz, dokunulmamış, örselenmemiş bedenlerden ve ruhlardan oluşan bir hayat.”
“Yurtta, bir de bu şerefsizin kaldığı lojmanda… Kaç yıl kullanmışlar çocuğu böyle… Büyüyünce de aynısını yapmaya başlamış küçük çocuklara. Kendi yaşlarında kadınlarla ilişkiye giremiyormuş çünkü… Ne kadınlarla, ne de erkeklerle. Çocukları taciz ediyormuş. Kız, erkek demeden. Ağlaya ağlaya anlattı hepsini.”
“Şu tabutta yatan soğuk ceset de bir zamanlar masum bir çocuktu. Talih ona kötü davranmış, çekip almıştı annesini babasını elinden, koruması gereken akrabalar onu terk etmiş, toplum sahip çıkmamıştı. Bırakın sahip çıkmayı, umursamamışlar, aldırmamışlar, nihayet istismar etmişlerdi; sadece bedenini değil ruhunu da kirletmişlerdi. Toplum diyorum ya, aslında hiçbir anlamı yok bu kelimenin. Akif’i biz koruyamamıştık, biz, bu ülkeden insanları. Akif de psikolojik olarak sakatlanmış, kendisine yapılan başkalarına yaparak bir tür canavara dönüşmüştü. Şu tabutta, az sonra sonsuza kadar uyuyacağı mezara götürülmeyi bekleyen ceset, kalbi atarken, damalarında sıcak kan dolaşırken, başka çocukların bedenini ve ruhunu kirletmek için can atıyordu. Bundan zevk alıyordu.”
“Çünkü o da bir kurbandı. Evet, ruhunu sapıklık denen o şeytana satmıştı ama bunu isteyerek yapmadı. Daha büyük günahların oyuncağı olmuştu. Vazgeçmek istiyor ama bırakamıyordu, hastalanmıştı, kendini iyileştirmiyordu, çaresizdi, düştüğü bataklıktan çıkamıyordu…”
Taciz ve istismara en ağır cezanın verilmesini, iyi hal indiriminin kaldırılması gibi çağrılar yaparken sapıklığı aklamak mı? Elbette hayır ama sorunun kaynağına inmek gerekiyor. Yok öyle direkt idam etmekle de çözemezsiniz toplumun çürümüşlüğünü. Bu kolaycılığa kaçmaktır. İnsanların zihinlerine yerleşen bu hastalıklı düşünceleri yok edemezsiniz. İdamın uygulandığı ülkelerde taciz ve tecavüzün daha yaygın olduğunu ve çözüm olmadığını da zaten istatistiklerle ortaya konulmuştu. Kimse yakalanacağı senaryosu ile suç işlemez. Hele içinden karşı konulmaz hastalıklı bir his yükseliyorsa ve kendine hâkim olamıyorsa o an o dakika arzu ettiğini yapacak gözü ne idam ne hiçbir şey görmeyecektir. Örnek verelim: BM verilerine göre İran'da sadece 2013-2015 yılları arasında 2 bin muhalif idam edilmiş. Cinsel istismar suçundan bu 2 yılda verilen cezaların toplamı ise 65. Buna rağmen cinsel istismar 2 yılda %50 artmış! 1979-2018 yılları arasında ise 80 bini aşkın kişi idam edildi. Bunlar resmi rakamlarken gerçek sayının katlarcası olduğu söyleniyor.
Aslında mesele biraz daha yüksekte. Kim yönetiyor bizleri, kim yönetiyor zihinlerimizi, kim bu vahşi yaratıklar haline sürükleyen bizleri? Göz yumana, teşvik edene, sırtını sıvazlayana hesabı sorulmayacak mı? Elbet bir sorumlusu olacak, öyle basit değil böyle bir hale gelmek, getirilmek. Bir de işine gelenler olacak bunca cehaletin körüklenmesi... Bunca toplumsal gerçek birbirinden bağımsız değil, bir bütündür, bir anlayışın, bir yönetim tarzının sonucudur, onu da biliyoruz.
Önce hayallerini çaldığımız gençlerimizin insanlarımızın hayattan beklentilerini karşılayalım, hedefleri hevesleri olmasını sağlayalım. Birbirine, birbirinin hayatına, fikrine, tercihlerine, yaşayışlarına saygı duymasını öğretelim. Emin olun çok şey değişir, çok şey gelişir. Aslında belki herkes durumun farkında ama kimse söylemeye ya cesaret edemiyor ya işine gelmiyor.
Ne diyordu Leonard Cohen o efsane “Everbody Knows” şarkısında?
Herkes biliyor geminin su aldığını
herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini
ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu
Ama kimse itiraf edemiyor öyle değil mi? O zaman Sabahattin Ali’nin öğüdüyle bitirelim biz yine yazıyı:


"Ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğun şeyleri, etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız."
http://www.adalargercek.com/adalar/hayalleri-caldirmak/16833

Yorumlar

Çok okunan

Adaleti düdüklemek!

Mirasın üzerinde tepinmek!

Hak Etmedik!