Dere yatağını, doğa intikamını elbet alır!

Bir zamanların dört mevsimi birbirinden güzel, her bir noktası cennet vatanımız Türkiye… Şimdi? Dört bir yanı felaketler içinde bir cehenneme döndük. Bir bakıyorsunuz hiç görülmemiş dolu sağanakları, kum fırtınaları, seller, aşırı kuraklık hatta kasırgalar. Buraya geleceğiz, önce neler yaşanmış bir bakalım:

İstanbul’da son bir haftada üç binanın istinat duvarı çöktü. Bu duvarlar toplu halde isyana kalkışmadılarsa elbet bir sebebi vardır değil mi? “Çok yağmur yağdı, böyle oldu” mu? Hayır! Sebebin, mevcut duvarın yeterince güçlendirilmeden hemen yanına otel inşaatı izni verilmesi olduğu anlaşıldı. Yani, suçlu yapı denetim firması, müteahhit ve belediye. Ancak Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, binaları Allah’ın kaydırdığını ima ederek, “Cenab-ı Allah veriyor. Bu da bir imtihan,” açıklaması yaptı. Ya sabır!

Ne bir öngörü, ne bir endişe, ne bir önlem... Kaderimize zaten razıyız. Eh, o arada inşaat yürüsün, beton büyüsün, cepler de şişsin ne olacak! Metropol diye övündüğümüz şehirlerdeki grileşmeyi zaten kanıksadık, artık memleketin tamamını yok etmeye and içmiş görünüyoruz.

Sel sularının götürdüğü Rize… Ne kadar yoğun yağış aldığını ilkokul çocukları bile ezberlemişken, siz ona uygun bir yerleşim ve planlama yaptınız mı? Karadeniz’de derelerin tümünü kurutan doğa katili HES’leri biliyorsunuz. Ama bir de derenin yatağını küçültmek gibi, ancak ahmaklıkla veya hainlikle açıklayabileceğimiz inşaatlar, yeşili kirleten betonlar, deniz dolduran yollar, asfaltlar… Nasıl, duble duble baya kısaldı yollar ama değil mi? Rahat rahat gidip geliyoruz artık, ne güzel!


Rize’de Salahara ve Muradiye beldelerinde etkili olan sel sırasında çarpıcı bir görüntü ortaya çıkmıştı. Resmen derenin içine inşa edilmiş, 9 katlı bir bina sulara karşı zorlukla ayakta duruyordu. Be adam, oraya böyle bir bina nasıl dikersin? İnsanları buraya nasıl oturtursun? Haydi aklı falan geçtik, hiç mi vicdan yok?
Selin yaşandığı gün Muradiye beldesi Belediye Başkanı Musa Süreyya Balcı da,  “Allah’ım yardım et, batıyoruz!” diye tweet atmıştı. Biz çoktan battık da şimdi en azından düz gitmeye uğraşıyoruz sevgili başkan, altyapıyı falan da kendimiz çözeriz, siz zahmet etmeyin! Gelin bu ve benzeri olayları “Allah’ın takdiri” diye geçiştiremeyeceğimizi işin uzmanından öğrenelim:

NASA’dan Dr. Timothy Hall, bu felaketleri daha çok yaşayacağımızı söyledi. Nedeni de betonlaşma! İstanbul’da yaşanan dolu, sel ve fırtına gibi olayları yorumlarken, bunun nedeninin küresel ısınma olduğunu söyleyen Hall, ısınmanın daha çok şehirlerde görüleceğini, ve yoğun yağışlar, gök gürültüsü ve dolu olaylarının aşırı uçlara çekileceğini açıkladı:

“Küresel ısınma sonucunda daha çok sıcak hava daha çok su buharı tutar. Nem de gök gürültülü sağanak yağışı körükler. Bir tür geri besleme döngüsü yaşanıyor. Özeti şu: Su, buhar formunda yoğunlaşıyor, rüzgârlar hızla bir araya geliyor, hava hızla yükseğe çıkıyor, buhar soğuyor ve yağmur olarak düşüyor. Ne kadar çok buhar olursa, şiddetli hava olaylarının olasılığı o kadar artar. Özellikle Akdeniz kıyılarında fırtına ve buna benzer olaylar artacak.

Pek çok şehirde sel ve su baskınlarının nedeni aşırı yağıştan çok beton. Biliyorsunuz toprak aşırı yağışın çoğunu emiyor. Ama toprak yerine beton ya da asfalt koyarsanız su birikir. Aynı şey ağaç ve diğer bitkiler için de geçerli. Bunlar sadece yağışı kontrolde değil, zemini soğutmakta çok önemli görevler üstleniyorlar. Şehirlerin bir diğer sorunu, koyu rengin hakim olması, asfalt gibi. Bunlar ısıya yansıtmak yerine emiyor. Tüm bu bahsettiğim faktörler küresel ısınmanın etkilerinin şehirlerde daha çok hissedilmesine sebep oluyor. Yeşili artırmalıyız, yapılaşmayı yeşil alanlara göre dizayn etmeliyiz. En basitinden çatıların rengini daha açık yapmalıyız, beyaz gibi. Amaç ısıyı yansıtmak…  Hatta çatıları bile yeşillendirmeliyiz.”

Tanıdık geldi mi? İtirazı olan beri gelsin. Peki, iklim değişikliğinden ileride en çok etkilenecek 3. ülkenin Türkiye olduğunu duymuş muydunuz? Yine bak sen şu Allah’ın işine mi diyeceğiz? 

Son zamanlarda boğucu sıcaklar içerisindeyiz. Ne Akdeniz'de, ne Karadeniz'de hava bir nebze olsun esmiyor değil mi? Her yanı dolduran binaların içinde esmez tabii. 1971'den bu yana en sıcak yılı yaşıyormuşuz. Çözüm ise enerji tüketimini azaltmak, yeşil alanları çoğaltmak. Dikkate alan? Elbette yok!
Bakın, Türkiye’de yaklaşık 20 milyon yapı var ve bunların 13 milyonu kaçak ve ruhsatsız. İstanbul’da ise 2 milyon yapının da en az yarısı aynı durumda! Ormanmış, yeşilmiş, denizmiş önemli değil. Dik gitsin, nasılsa gün gelir af çıkar! Uzungöl gibi bir cenneti tesis cehennemine çevirenler şimdi ellerini ovuşturmuş, imar affından paylarına düşecek kısmeti bekliyor. Ancak öyle de kurnaz milletiz ki, bazı fırsatçılar hemen yeni kaçak yapılar inşa edip imar barışından yararlanmanın yollarını arıyorlar. Buna kurnazlık da değil, hainlikten başka ne denir artık? Peki, bunu denetleyecek bir kişi veya kurum var mı?

İmar affından yararlanmak için tam 3 milyon 100 binin üzerinde başvuru yapılmış. Evet 3 milyon, boru değil yani. Kaç ailede kaç kişiyi ilgilendiriyor diye hesap edersek anlıyoruz ki memlekette kaçak olmayan, usulsüz olmayan, işgal edilmeyen nokta kalmamış! Ülkemiz bildiğin kaçak cenneti, kaçağa af cenneti, yapmayana ise enayi muamelesi... Biz yaşadığı coğrafyaya, doğal hayata bunu reva görenleri affetmiyoruz, onları da Allah affetsin artık!
***
Hani Can Yücel’e çok küfürlü yazdığını söyleyenler olmuş, o da unutulmaz bir beyit yazmış bilir misiniz? Şimdi gazetede ancak kibarcasını yazabildiğim için affedin:
“Bana şiirlerimde küfür etme diyorlar usulsüz
Lan bu kadar ‘herifi’ nasıl anlatayım küfürsüz?”

Şimdi aynı hesap, ben de kısa ve kolay okunan yazılar yazmak istiyorum. Herkes de bana aynısını söylüyor, ki haklılar. Ama üst üste gelen olaylar o kadar birbiri ile bağlantılı ki hepsine değinmeden olmuyor, yazı da çaresiz uzun oluyor. O yüzden yine ikinci bölüme ayırmakta buldum çareyi:

Çamburnu’ndaki yangını hatırlıyorsunuz değil mi? Ne hikmetse Katar Emiri gelip de çok beğendiğini ifade ettikten sonra kara kışın ortasında yangın çıkmıştı! Bir de tek bir çivi bile çakılmayacak denmişti ya, biz de başımıza ne geleceğini bilerek acı acı gülmüştük. Gidin bakın şimdi, ne de güzel turistik tesisler yapılmış boy boy! Gördüğümüz her bir yeşile, her bir boş alana bina dikecek, tesis kuracak gözü dönmüşlük içerisindeyiz. Vahşi zenginlik hırsıyla “vahşi” dediğimiz doğaya savaş açmış kazanmayı bekliyoruz. "Kazanırsak kaybedeceğiz," bilmiyoruz!
Karadeniz’de 8 ilin yaylalarını birbirine bağlayacak olan 2 bin 600 kilometre uzunluğundaki Yeşil Yol Projesi’ni de biliyorsunuz. Yaylalarımıza çok sahip çıkıyoruz ya, kaçak yapılar falan da kurmuyoruz, aman ulaşım aksamasın, millet rahat rahat gidip gelsin. Çevreciler, yol yapımında kullanılması kesinlikle yasak olan patlayıcıların kullanıldığı iddia ermiş ancak bu iddia şiddetle reddedilmişti. Bölge sakinleri ise çektikleri fotoğraflarda dinamit kullanımı için döşenen kabloları ve açılan delikleri belgelediler. Ayder yaylası, Rize Çamlıhemşin ve Kaçkar Dağları’nın da içinde bulunduğu 1. derecede sit alanı olan bölgede, aslında dengeyi bozabilecek hiçbir orman ürünü üretimi, avlanma ve otlatma yapılamazken, çalışmalarda doğaya en çok zarar veren" ekskavatör" kazı makinesi kullanıldığı ortaya çıktı. Ne diyelim, emekleriniz için teşekkür ederiz!
Son dönemdeki yağışları inceleyen uzmanlar, ülkemizin yüz ölçümünün yaklaşık %59’unun yoğun yağış aldığını ve bunun oldukça iyi bir rakam olduğunu ifade ettiler. Fakat bu yağışın mevsimlere göre dağılımı oldukça önemli ve biliyorsunuz ki bizde mevsimler sapıtmış durumda. Peki, yağışların dengeli olmasını sağlayan ne? Ormanlar…


O zaman size bir haber: 
TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen yeni düzenlemeye göre, ormanlardaki canlı ve dikili ağaçlar, “orman ürünü” kabul ediliyor ve 5 yıl boyunca şirketlere ormanların kullanılması hakkı veriliyor. Yani ormanlar ihale ile en çok parayı verecek holdinge tahsis edilecek ve şirketler satın aldıkları ormanların içindeki “ürünleri” -ki biz buna aslında “ağaç” diyoruz- diledikleri gibi kesebilecek, işleyebilecek ve satabilecekler. Eh, ne kadar orman dostu olduğumuzu da anlattığımıza göre, uzmanların yukarıdaki öngörüsüne göre, bol bol sel yaşayacağız demektir. Sakın ola Kemal Sunal’ın filmindeki gibi, yağmur yağacağını anladığı için “ermiş” falan demeyin sonra bana. Olacağı bu çünkü.
Gelişme, yatırım, proje adı altında kar hırsı ile dereleri, yeşili katlettikçe dünya çirkini ucube bozuntusu beton yığınlarını diktikçe, doğanın dengesini bozdukça, yapanı da affettikçe bunlar daha çok yaşanacak, hazırlıklı olun. Hadi biz hazırlıklıyız da yöneticiler hazırlıklı mı? Bilmem, siz karar verin: Bunları yaşadığımız ortamda Rize’nin çılgın projesi şehrin ortasına kocaman bir çay bardağı dikmek! Konya’da ise asfalt döktükleri arazinin içine, otobüs durağına benzeyen bölmelerle ayrılmış piknik alaları yapmak. Bravo, vallahi helal olsun!
Ancak biliyoruz ki bunlar hep birilerine ihale vermek, yandaşa harç döktürmek amacıyla ve doğa yeşilinde dolar yeşili gördükleri için. Bu bağlamda; ta 1842 yılında Karl Marx’ın durumu özetleyen cümlesini hatırlayabiliriz: “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!” Friedrich Engels ise tam da bizim yaşadığımız bölgeyi anlatmış:

“Bilinmelidir ki; doğal varlıklar üzerinde kazandığımızı zannettiğimiz her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, İtalya, Orta Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, çölleşmeye zemin hazırladıklarını, dağlardaki kaynakların sularını kuruttuklarını, azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden oldukları akıllarına bile getirmemişlerdir. Artık anlamıyız ki; bizler hiçbir zaman doğaya egemen olmak gibi bir çaba içinde olmamalıyız; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parça ve onun tam ortasında olduğumuzun bilinciyle davranmalıyız. İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir. Hele varoluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır. Su ve torağın alınır, satılır bir mal haline getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlaksızlıktan başka bir şey doğurmaz. (Doğanın Diyalektiği)
Şimdi, emin olun ki, HES’lere, ormanları katledenlere, dereleri yok edenlere karşı direnen bu toprağın insanlarını vatan haini, terörist ve ülkenin gelişmesini istemeyen provokatörler diyenler var ya, esas hain işte onlardır. Bu ülkenin toprağına, doğasına, doğal yaşamına ihanet ettiler. Ve elbette bir temenni değil ama Engels'in de söylediği gibi; biz böyle yaptıkça, dere yatağını, doğa da intikamını elbet alacaktır. 

Yorumlar

Çok okunan

Adaleti düdüklemek!

Mirasın üzerinde tepinmek!

Hak Etmedik!