Lefter, milliyetçilik, entegrasyon! - 2

Geçen hafta yayımlanan "Lefter, milliyetçilik, entegrasyon" yazısını iki bölümlü düşünüyordum.  Ancak son günlerde yaşanan gelişmeler o yazının devam niteliğinde olduğundan, eğilmeye çalışacağım noktaları vurgulamak için başlığı yenilemeyi uygun gördüm.
Evet, konumuz Almanya Milli Takımı'nı bırakan Mesut Özil, yüzyılın belki de en büyük yangın felaketini yaşayan Yunanistan ve tüm dünyada zirve yapmaya başlayan ırkçılık rüzgarları.
Futbolun sadece futbol olmadığını dünyadaki gelişmelerin yeşil sahalara direkt yansımasından oldukça iyi anlıyoruz, tekrardan... Nitekim son şampiyon Almanya, tartışmalarla uğraşmaktan her daim favori olduğu Dünya Kupası'na odaklanamadı ve rahatça çıkabileceği gruptan hezimete uğrayarak elendi.
Mesut Özil ve İlkay Gündoğan'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile fotoğraf çektirmesinin ardından Almanya'da tartışmalar çıkmış ve akabinde, bu futbolcular nezdinde Alman kültürüne entegrasyonun başarısı sorgulanmaya başlanmıştı. Sadece taraftarlarca değil, Alman futbolunun ve siyasetinin önemli isimlerince neredeyse linç edildiler.
Eleştirilerden en çok nasibini alan Mesut ise Almanya Milli Takımı'nı bıraktığını açıkladı. Kendisinin kökenine saygı duyulmadığını, yaptığı onca hizmete rağmen son eleştirilerin bardağı taşıran son damla olduğunu söyleyerek devam etmeyeceğini belirtti. Bu kararın ardından, beklediğimiz gibi de oldu ve Alman milliyetçileri tarafından "hain", Türk milliyetçileri tarafındansa "kahraman" diye anılmaya başlandı. Fakat aslında Mesut ve benzerlerini yaşayanlar ne haindir ne de kahraman.
"Kahraman" nitelemesini yapacaksak eğer, göçmen bir Türk ailesinden yetişerek Almanya gibi bir futbol devi ülkesinde Milli Takıma kadar yükselmiş, sayısız başarı kazanmış ve sayılı isimler arasına girmesi bakımından bir futbol kahramanı olmuştur diyebiliriz.  Mesut da ne ilk örnektir ne de son. Almanya'da Musevi, Polonyalı, Afrika kökenli birçok futbolcu forma giymiş ve başarılı olmuştur, Avrupa'nın diğer ülkelerinde de... Mesut'un bırakma kararını açıklarken söylediği dikkat çeken, "Kazanırken Alman'ım, kaybederken göçmen," sözündeki şikayetin benzerleri de daha önce yaşanmıştı:
Benzema: "Ne zaman gol atsam Fransız oluyorum, ne zaman atamasam Arap!"
Lukaku: "Her şey iyi giderken Lukaku Belçikalı forvet! Kötü gidişte Kongo asıllı!"
Tarihin en zeki bilim insanlarından Albert Einstein ise şöyle bir sözü olduğu söylenir:
"Görelilik kuramım başarıyla kanıtlanırsa Almanya benim bir Alman olduğumu iddia edecek, Fransa ise dünya vatandaşı olduğumu açıklayacaktır. Kuramım gerçek dışı çıktığında ise, Fransa bir Alman olduğumu söyleyecek, Almanya ise bir Yahudi olduğumu açıklayacaktır.”
Eh başarının dostu ve ortağı çok olurmuş, başarısızlığın ise ne dostu kalırmış ortada, ne ortağı...
Demek ki bu ilkel yaklaşım dünyanın her yerinde hala var. Bu sene Dünya Kupası'nı kazanan Fransa'nın ise 23 futbolsunun 19'u göçmen veya göçmen bir ailenin çocuğu. Bu Dünya Kupası şampiyonluğu aslında, kapasitesinden fazla yolcu ile derme çatma botlarla daha iyi bir yaşam için denizde boğularak ölen ve yaşamayı başaran insanların hayata tutunmalarının zaferidir. Peki Fransa başarısız olsa ne olacaktı? Milliyetçiliği ile, özellikle kendi dillerinin kullanılması konusunda takıntılı bildiğimiz Fransızlar, "Çıkarın şu Afrikalıları takımdan" demeyecekler miydi?
Mesele biraz da bütün dünyada yükselen ırkçılık ve göçmen karşıtlığı ile alakalı. Mesut'un orada yetişmiş biri olarak Almanya için oynamak istemesi gayet doğal. Zira oyuncu, bu tercihi hisleri bağlamında da yapabilir, futboldaki geleceği açısından da...
Mesut verdiği bir röportajda: "Evde Türk kültürüyle büyüdüm. Okulda ve futbol akademisinde Alman kültürüyle. Böyle olunca benim gibi biri ortaya çıkıyor. Alman gibi düşünüp çalışan, Türk gibi hisseden. Ben ikisiyim, ben hepsiyim..." demiş. Siz böyle hisseden birinden, neden sizi tercih etmediğiyle ilgili hesap soramazsınız. Ancak boşboğazlık etmiş olursunuz.
Peki düşünün....Alman asıllı bir Türk futbolcu, Türkiye milli takımında oynarken İstiklal marşı okumasaydı, Almanya devlet görevlileri ile fotoğraf çektirseydi, biz ne yapardık? Sanıyorum yine bir toplumsal linç harekete geçmiş olurdu...
Nitekim, 9 Ekim 2010'da Berlin'de Almanya-Türkiye maçı oynandı. Almanya forması giyen Mesut Özil topla her buluştuğunda Türk taraftarlarca ıslıklarla protesto edildi. Maçı 3-0 Almanya kazandı ve ikinci golü de Mesut attı. Maçtan sonra Almanya Başbakanı Angela Merkel soyunma odasına inerek Mesut'a: "Islıklar sizi etkilemedi. Harika oynadınız bir de güzel gol attınız. Tebrik ederim," dedi. Tokalaşmaları fotoğraflanarak tüm dünyada yayımlandı. Yani o gün Mesut'u hain görenler şimdi kahraman, o gün kahraman görenler de şimdi hain olarak görüyor. Tabii ki aşırılar tarafından. Aklı selim düşünen, objektif ve hakkaniyetli yaklaşanlar için durum böyle değil...
Önceki yazıda bahsettiğim, Lefter'in isminin Türkiye Futbol Ligi'ne verilmesine "rezillik" diyenleri hatırlayın. O pencereden bakanlara Lefter'in bir Rum olarak Yunanistan'a gol atması örneğini vermiştim. Şimdi Lefter de bizim için bir kahraman, Yunanlılar için hain midir? Peki ya Lefter, Türkiye'de yaşayan bir Rum olarak Yunanistan Milli Takımı'nı tercih edip tersi yaşansaydı... Demek ki ortada ciddi bir ikiyüzlülük söz konusu. Peki ya Suriyeli bir göçmen çocuğun yarın Türkiye Milli Takımı'nın olmazsa olmazı haline gelmesini nasıl karşılarsınız? Vatanseverlik, yurttaşlık kavramı ve milliyetçilik bu kadar ucuz olmamalı herhalde! Irkçılığın ne kadar altyapısız ve anlamsız, ne kadar kafasız kişilerce savunulduğuna dair güzel bir örnek olsa gerek.
Bir diğeri mesele de bizim Yunanlara olan, onların da bizle olan fikir ve yaklaşımları. Bakın İstanbul’da geçtiğimiz gün sel gibi sağanaklar yaşanırken Atina’da yüzyılın belki de en büyük yangın felaketi yaşanmıştı. Bu topraklarda birbirimize muhtaç olduğumuzun simgesi gibiydi adeta. 90'a yakın kişi ölmüştü ve belki de bizim maruz kaldığımız sağanağa o gün onlar muhtaçtı. Ancak, aslında iki ülkeden de beklediğimiz ahmaklıklar yansıdı. Yanarak, boğularak, kavrularak ölenlere sevinen canavarlar, ve bizim yardımımız olacağına yanarak ölmeyi tercih edeceğini söyleyen ahmaklar.
Aslında yakalanması gereken nokta şuydu: İstanbul’daki anormal yağışın kara ve denizin aşırı ısınması dolayısıyla olduğu söyleniyordu. Yani ormanların, yeşilliğin yok edilmesi. Yunanistan’dakinin ise bizim de sık rastladığımız kundaklama olduğu iddia edilmişti. Yani her halükarda, anlamamız gereken şuydu; bu topraklarda birlikte yaşayan insanlar emperyalizmin ve onunla direkt bağlantılı olan açgözlü kapitalizmin vahşiliği ile birbirine düşürülmüş, düşman edilmiş, kırdırılmıştır. Ülkelerimiz bu odakların piyonları tarafından adeta işgal edilmiştir. Üzerinden tam 100 yıl geçmiş, ve evet bizim için gurur verici olan, çünkü bağımsızlığımızı kazandığımız, "Kurtuluş Savaşı'nın" ve tüm yaşananların, bugün bir düşmanlık yaratması saçmalıktır.
Bakın, Bülent Ecevit yalnızca bir devlet adamı değil, bir şairdi aynı zamanda. Onun satırları ne de güzel anlatır:

"sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu"

Yanı başımızdaki insanlara duyarsız kalamayız. Biz bu topraklardaki kültürü birlikte inşa eden toplumlar olarak birbirimize muhtacız. Aslında aynı kaderi paylaştığımızın bir diğer güzel örneği: Bir Yunan piskopos, "Ateist Başbakan Aleksis Çipras, Tanrı'nın öfkesini çekiyor," şeklinde açıklaması ile yangının dinsizlikten kaynaklandığını ima etti. Bizde de depremle alakalı oldukça fazla benzer gönderme yapılıyor maalesef. "7.4 yetmedi mi?" gibi...
Kıbrıs harekatından sonra, Başbakan Ecevit'e, Kıbrıs'ta Türk askeri varlığının bulunmasından Yunanistan'ın duyduğu rahatsızlık hakkında verdiği hepimiz için ders niteliğindeki demece bakalım:
"Yunanlar uluslararası sorunlara gerçekçi bakarsa, yenilgi duygusuna kapılmamaları gerekir. Ancak maalesef bu meselelere gerçekçi ve güncel açıdan bakmıyorlar. Son dönemde tekrar tekrar vurguladım. Bizans tarihinin hatıralarını canlı tutmaya çalışıyorlar. Enosis'in maddi ve manevi unsurlarıyla Helenizm ideallerine sahipler. Dünyada bu tür tarihi zaferlerle ilgili hayallere önem veren hiçbir ulus, günümüz dünyasında huzur bulamaz. Geçen gün şu örneği verdim: Çok daha yakın bir döneme dair imparatorluk geçmişi olan Türkiye,  eski topraklarını ilhak etmeye dair benzer hayallere sahip olsaydı, Türkiye bugün ne durumda olurdu? Tüm komşularımızla aramız kötü olurdu. İngiltere'yi ele alalım. İngiltere, imparatorluğunu yeniden diriltmeye yeniden kurmaya çalışsa, bugünkü dünyada ne durumda olurdu? Eğer Yunanlar, hepimizin içinde yaşadığı bugünkü çağın gerekliliklerinin farkına varırsa, bu çağın imparatorlukların yeniden tesisi değil, ama imparatorlukların sona ermesini gerektiren, bunların bittiği bir çağ olduğunu kabul ederlerse ve bugünün dünyasıyla, bölgenin gerçekleriyle uzlaşmaya varırlarsa karşılarında Türkiye'nin dostluğunu bulacaklardır. Neticede, Mavros'un da son dönemlerde dediği gibi, Türkiye ve Yunanistan dostluğa mahkumdur."
Bu aşırılıklar  ve benzerleri, yine elbette iki taraftaki ve dünyanın diğer bölgelerindeki belirli azınlıklar tarafından dillendiriliyor. Dünyadaki artan ırkçılığın etkisiyle günden güne taraftar bulduğu da doğru. Ancak bizim, Ecevit'in bahsettiği gibi günümüzün çağına ve gerçeklerine uygun biçimde aynı denizi paylaşan iki toplum olarak omuz omuza örnek olmamız gerekmekte.
Bütün bu birleştirdiğim olay ve görüşler neticesinde söylenecek son söz Krzysztof  Kielowski'ninkidir: "İnsanlığın ortak değerleri, zannedildiği gibi din, dil, ırk, belki bayrak gibi kavramlar değil, acı keder, sevinç, aşk gibi kavramlardır." Belki de Mark Twain'in dediği benzer sözdür idrak etmemiz gereken: "Benim ne ırk önyargım var, ne sınıf önyargım var, ne de din önyargım var. Tek umursadığım, kişinin insan olması ve bu benim için yeterli."

Yorumlar

Çok okunan

Adaleti düdüklemek!

Mirasın üzerinde tepinmek!

Hak Etmedik!